top of page
  • Efe Tuncay

Sanat Sepet İşleri

Sanatın ne olduğu başta sanatçılar, filozoflar ve Cihangir'de takılan Hipster gençler olmak üzere tüm insanlığı ilgilendiren en temel sorulardan birisidir? Öyle ki, bu soruya verilen cevaplar dönemleri kapatıp açmış, doğrudan ve dolaylı yoldan insanoğlunun tarihine yön vermiştir.


Soyut Bir Sanat Eseri

Peki sanat gibi ihtiyaçlar piramidinde en üstlerde yer alan bir kavram, nasıl kendisinden önce gelenleri bu denli etkileyebilmektedir?


İnsan barınma, beslenme, güvende olma gibi temel ihtiyaçlarını karşıladığında, bu kez var oluşunu anlamlandıracak felsefi arayışlara girer. Sanat bu felsefi arayışın estetikle yoğurulmuş, ayrılmaz bir parçasıdır. İhtiyaçlar piramidinin en tepesinde yer alır. O olmadan, altına inşa edilmiş olan her şey anlamını yitirir. Müziğin, resmin, sinemanın ve diğer sanat dallarının olmadığı bir dünya hayal edin. Karnınızı doyurabiliyor olmanızın bir anlamı kalır mıydı?


Sanat teknolojik gelişmelere ilham kaynağı olduğu gibi, teknolojik gelişmeler de sanatın üslubunu teknik ve teorik yönden etkiler


Fotoğraf makinesinin icadını ele alalım. Fotoğraf makinesi icad edildikten sonra realizm ve benzeri gerçekçiliği temel alan akımlar etkisini kaybetmiş, hayal gücünün ön planda olduğu gerçek üstücü akımlar popülarite kazanmıştır.


Edward James Muggeridge yapmış olduğu deney de bu konuya örnek olarak gösterilebilir. Edward atların koşarken hangi ayaklarının yere değdiğini tespit etmek için bir hipodrama yan yana kameralar kurmuş, hızla geçen bir atın koşuşunu çoklu şekilde fotoğraflamıştır. Ortaya çıkan sonuç, o dönem bazı ressamların at resimlerini revize etmelerine sebep olmuştur. Teknoloji dolaylı yoldan sanatı etkilemiştir.


Not: Edward James Muggeridge'un yaptığı bu deney, Matrix filminde zamanın donup kameranın karakterin etrafında dönebilmesine olanak tanıyan çoklu çekim tekniğinin atası kabul edilmektedir. Hatta bu deneyi doğrudan sinemanın atası olarak görenler de vardır.


Edward James Muggeridge'in Yaptığı Hipodrom Deneyinden Görüntüler

Kapital sahipleri & sanatçı ilişkisi


Günümüzde bir kişinin yediği yemeği, bindiği arabayı, yeni adlığı kıyafeti, çektiği Selfy'i sosyal medyada paylaşması gibi, soylu kabul edilen aileler de sahip oldukları arazilerin, atların, kostümlerin, şatoların belgelenmesini istemiş, sanat yoluyla belgelenen bu öğeleri evlerinin duvarlarında gururla sergilemişlerdir. Bu noktada zamanın değiştiğini ama insanoğlunun egosu gereği kalıcı olma ve tarihe iz bırakma isteğinin baki kaldığını görüyoruz. Yöntemler değişse de temel motivasyonlar değişmiyor.


Kapital sahipleri yalnızca köklü aileler değil, aynı zamanda din kurumlarıydı. Dönemin kiliselerinin sanatçılarla kurdukları ticari ilişkiler ve günümüz reklam ajansı dinamikleri arasında da çeşitli benzerlikler gözlemleyebiliriz. Temelde ikisi de bir bilginin/ürünün topluma duyurulması için görsel materyal hazırlanması olgusunu taşıyor. Kiliseler sadece ressamlarla değil, besteciler, mimarlar ve sanatın hemen her kolundan insanla nitelikli ticari ilişkiler kurarak sanat tarihine yön vermiş ve sanatı bir propaganda aracı olarak kullanmıştır.


Öte yandan doğu dünyası ilahi olanın görselleştirilmesini yasaklamış, bu da sanatın geri planda kalıp zanaat ve türevi öğelerin ön plana çıkmasına sebep olmuştur.


Gelin sanata daha farklı bir açıdan yaklaşalım


Sınırları, çerçevesi olmayan, devasa, yarı akışkan bir ayna hayal edin. Öyle ki, nerede başlayıp nerede bittiğini kimse bilmesin. Bu aynanın ona her bakana farklı bir gerçeklik yansıttığını düşünün. İnsanlar doğal olarak sınırlarını göremedikleri için aynayı değil, onun kendilerine yansıttıklarını tanımlamaya çalışırlardı.


Kimimiz kendisindeki bir eksiği tamamlamak için bakıyor ona, kimimiz fazlalıklarını onun aracılığıyla aktarıyor kağıda, tuvale. Kimimizin gözleri bozuk, parmaklarıyla hissediyor onu. Kimimiz üstüne tükürüyor öfkeyle... Bizler sürekli dönüşüm ve devinim halinde olduğumuz için, o da durmadan form değiştiriyor. Onu özel kılan ise sadece biz dönüştükçe dönüşmüyor, her bakışımızda bizi de beraberinde dönüştürüyor olması.


Ne kadar çok sanat dalı ile uğraşır ve sorgulayıcı bir zihin yapısı geliştirirsek, o da yarı akışkan (Bulanık) formundan uzaklaşıp katılaşmaya (Berraklaşmaya) başlıyor. Biz onun dilini öğrendikçe, o da bizim dilimizi öğreniyor. Suretimizi yansıtmayı bırakıp, bizi yansıttığı surete dönüştürüyor...


Peki siz sanat denince aynanın kendisini mi yoksa onun size yansıttığı gerçekliği mi tanımlamaya çalışıyorsunuz?

Efe Tuncay

bottom of page